1954 yılında Sındırgı’dan Balıkesir’e geldik. Babam memurdu. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadının oturduğu iki katlı bir evin üst katını kiraladık.
Ev sahibine Şemsi Nene diyorduk. Yani ismi Güneş idi. Evlendiğinde 16 yaşındaymış. Evlendikten üç gün sonra kocası gönüllü ihtiyat zabiti yani yedek subay olarak Çanakkale’ye gitmiş.
Nene, kocasının Çanakkale’den, cepheden kendisine yolladığı “Şems’im, güneş’im…” diye başlayan mektuplarını evinin duvarlarına ve pencerelerine yapıştırmıştı. Her sabah bu silik, sararmış mektupları birer kere okur, her birinin karşısında şehit kocasının ruhuna fatihalar gönderir, diz çöker yarım bıraktığı yerden kocasına hatim indirirdi.
Nene hiç sokağa çıkmazdı. “Kocam giderken gençsin, güzelsin, ne olur ben gelinceye kadar sokağa çıkma. Gözüm arkada kalmasın, dedi. Nasıl sokağa çıkayım” diyordu. Yıllar sonra o evden cenazesinin çıktığını duydum.
Bir gün Şemsi Nene’yi beyaz bir gelinlik giymiş, boynuna iri incilerle dolu büyük bir gerdanlık takmış, odasının köşesinde duran, o zamana kadar oturduğunu hiç görmediğimiz bir sandalye üzerinde otururken gördük. Babam: “Nene, nene pek süslenmişsin ya?…” diye takıldı. Nene acı bir gülümsemeyle, şu cevabı verdi: “Ben kocamla bu gün evlendim. Bu inci yüz görümlüğüm. Gelinliğimi giydim. Kocamı bekliyorum.”
Kocasıyla evli kaldığı üç gün boyunca nene gelinlikle sandalyede kocasını bekledi. Ömür boyunca öyle yaptığını öğrendik.