2019 yılının ağustos ayında, amcamla gün doğmadan uyandık. Öncelikle mısır tarlamıza geceden bıraktığımız sulama hortumlarını toplayarak koyulduk yola. Mandıra, Kocakonak, Cüneyit, Kozlu, Alacaatlı… Her köy; gün nazlı nazlı doğarken öyle canlı, öyle yeşildi ki… En sonunda Kızılgür köyüne ulaştık ve başladık yavaş yavaş yükseklere çıkmaya.
Bir önceki yazımı da şuradan okuyabilirsiniz: Karacalarla Geçen Bir Ömür: Ayşe Annemiz
Önce tam ovanın sonlanıp yabanın başladığı yerde, orman ile tarlaların sınır noktasında durup bakındık, yoklardı ama sabah saatinde hep bir ağızdan öten kuş cıvıltılarını dinlemek, çam kokusunu içimize çekmek bile bize yetti, ümitsizliğe kapılmayıp döndük yüzümüzü dağlara. Girdiğimiz orman öylesine güzeldi ki… Devasa kızılçamlar, her yanı kaplayan meşeler, yer yer çınarlar… Bir açıklık bulduk, burada olma ihtimalleri yüksekti, durduk ve indik arabadan. Güneşin Menet Kırı’ndan tam olarak çıktığı o güzel vakitte, bakınmamıza bile fırsat vermeden birden yanımızda belirdiler.
Daha doğrusu biz yeni fark ettik. Yavru ormana doğru hızla kaçarken boynuzlu, güzel erkek açıklıkta ,tam da yıllardır Karacaoğlan’dan, Aşık Veysel’den, Neşet Ertaş’tan dinlediğimiz gibi, seke seke süzülüyordu bir melekçesine. Bir an geldi ki dönüp son bir bakış attı ve o da ormana, evinin güvenliğine kaçtı; peşinden koşsam da yetişemedim. Daha sonraları karşılaştığımız bir Yörük teyzenin yardımıyla çok görüldükleri bir yere daha gittik, dağılmıştık, teyze gördü ama bizi çağırana kadar oradakini kaçırdık. Zaten biz istediğimize ulaşmış, yıllardır hayalini kurduğumuz karacaları kendi doğalarında görebilmiştik.
Ovaya indik tekrar. Alacaatlı’nın kavaklıklarında, Kozlu’nun çiçek kaplı kırlarında aramaya devam etsek de bir daha bulamadık…